Bir İnsanı Görmezden Gelmek Ne Demek? Edebiyatın Sessiz Çığlığı
Kelimeler bazen bir bakışı, bir suskunluğu ya da bir yok sayılışı anlatmakta yetersiz kalır. Görmezden gelmek, işte bu sınırın tam ucunda durur. Bir insanı görmezden gelmek, yalnızca bakmamak değil; varlığını inkâr etmektir. Bu inkâr, bir cümlenin düşmeyen noktasında, bir mektubun gönderilmeyen satırında, bir karakterin iç sesiyle yankılanan sessizlikte yaşar. Edebiyat, bu sessizliğin yankısını en derin biçimiyle duyurur bize.
Yokluğun Dili: Sessizliğin Anlatısı
Birini görmezden gelmek, varlık ile yokluk arasındaki en ince çizgiyi çizmektir. Bu çizgi, çoğu zaman bir cümleyle değil, bir suskunlukla belirir. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde Clarissa’nın çevresindeki insanlara karşı geliştirdiği mesafede olduğu gibi, bazen bir insanın iç dünyasında yankılanan duvarlar, dış dünyanın gürültüsünden çok daha yüksek ses çıkarır. Woolf’un karakterleri konuşmaz; birbirlerine bakmazlar bile. Çünkü birbirlerini duyamaz hale gelmişlerdir.
Bu, görmezden gelmenin en acı biçimidir: duygusal körlük. Edebiyatta bu körlük, yalnızca bireyler arasında değil, toplumla birey arasındaki ilişkide de görülür. Kafka’nın Dava’sında Josef K., herkesin gördüğü ama kimsenin fark etmediği bir gölgedir; sistemin, toplumun ve hatta kendisinin bile görmezden geldiği bir “hiçlik”tir.
Bir Bakışın Suskunluğu
Görmezden gelmek, çoğu zaman bir güç oyunudur. Birini yok saymak, onun üzerindeki duygusal hâkimiyeti sessizce ilan etmektir. Ancak edebiyat bize gösterir ki, bu sessizlik iki tarafı da yakar. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında Raskolnikov’un toplumdan kendini soyutlaması, yalnızca başkalarının onu görmezden gelmesinden değil, onun da insanlığı görmezden gelmesindendir. Suçu kadar sessizliği de onu yalnızlaştırır.
Bir insanı görmezden gelmek, bazen cezadır, bazen savunmadır. Ama her durumda bir hikâye saklar içinde. O hikâye, karakterlerin iç monologlarında, mektuplarında ya da kırık aynalardaki yansımalarında gizlidir. Görmezden gelinen her insan, edebiyatta kendi yankısını arar; çünkü edebiyat, “görülmemiş” olanı görünür kılmanın en güçlü aracıdır.
Toplumsal Körlük: Kalabalığın İçinde Yalnızlık
Modern edebiyatın büyük temalarından biri olan görülmeme, yalnızca bireysel bir acı değil, toplumsal bir yaradır. Albert Camus’nün Yabancı’sında Meursault’nun duygusal ifadesizliği, toplumun onu dışlamasının bir sebebi kadar sonucudur da. Camus, burada görmezden gelmenin karşılıklı bir döngü olduğunu gösterir: Birini dışlamak, aynı zamanda kendi insanlığından da bir parçayı reddetmektir.
Kalabalıklar içinde görünmez olmak, çağdaş insanın trajedisidir. Bu trajedi, T.S. Eliot’un The Waste Land’inde şehirde dolaşan “ölü ruhlar”da vücut bulur. Görmezden gelinmek, artık yalnızca bireysel değil, varoluşsal bir durumdur. İnsan, kendi yankısına bile yabancı hale gelir.
Bir Görmezden Gelmenin Edebî Ağırlığı
Edebiyat, görmezden gelinen her duyguyu kelimelere dönüştürerek var eder. Çünkü yazmak, görmezden gelinenleri fark etmenin, onları yeniden duyurmanın bir yoludur. Her yazar, bir bakıma toplumsal ya da bireysel bir görmezden gelmeye karşı çıkar. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında Galip’in arayışı, yalnızca kaybolan Rüya’yı değil, görünmez olan benliğini bulma çabasıdır.
Görmezden gelmek, edebî bir motif olarak, insanın iç çatışmasını en sessiz hâliyle sunar. Bir karakteri anlamanın yolu, bazen onun ne söylediğinden çok, neyi söylemediğine bakmaktır.
Sonuç: Görülmeyenlerin Edebiyatı
Bir insanı görmezden gelmek, yalnızca gözleri kapamak değil, kalbi susturmaktır. Ancak edebiyat, bu sessizliği kelimelere dökerek bir tür direniş oluşturur. Çünkü yazmak, varoluşun en görünür hâlidir.
Okuyucuya düşen görev ise, kendi hayatındaki “görmezden gelinmiş” duyguları fark etmektir. Sen kimi görmezden geldin, ya da kim seni görmezden geldi? Yorumlarda, bu edebî sessizliği kendi çağrışımlarınızla paylaşın. Çünkü her yorum, bir başka görünmeyeni görünür kılar.